20 Mart 2021 Cumartesi

Tevfik FİKRET - SİS / BROUILLARD

 
Tevfik Fikret (1867-1915)
Portre: Feyhaman Duran

SİS

(Özgün metin)
 
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde;
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz;
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci'
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli';
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf;
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf;
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...
 
Tevfik FİKRET, 18 Şubat 1317/3 Mart 1902 
(Tanin, 1324/1908, sayı 1)



 

SİS

(Güncelleştirilmiş metin)
 
Gene bir sis kaplamış ufuklarını, inatçı bir sis,
gitgide büyüyen bir ak karanlık.
Ağırlığı altında ne varsa sanki yok olup gitmiş,
kalmış ortada kala kala bir tozlu yığın,
o tozlu, korkunç yığına bakan göz
şaşırır titrer, ilerisine gidemez.
Ama sen hak ettin bu karanlık, kalın örtüyü,
bu örtü tıpatıp sana uydu, ey kanlı toprak,
ey zulümler meydanı, ey yaldızlı ülke,
döktüğü kanla, çektirdiği acıyla çalım satan!
Ey gösterişin, şatafatın beşiği ve mezarı,
oldum olası imrenilen kraliçesi Doğu’nun!
Ey kanlı sevgileri, kılı kıpırdamadan
zevk ve safaya susamış bağrında emziren!
Ey Marmara’nın mavi kucağında
ölüm uykusuna dalmış diri,
ey köhne Bizans, büyücü kocakarı,
ey bin kocadan artakalan el değmemiş dul,
gene de güzel görür, taptaze görür seni,
gene de üstüne titrer sana bakan.
Ne kadar tatlı, cana yakınsın, ne kadar,
süzgün, mavi gözlerinle sen uzaktan!
Oysa ne farkın var kirli kadınlardan senin,
hiçbir şey umurunda değil, belli,
ne bunca acı türkü, ne bunca kan ağlayan!
Sen kurulurken katmış olmasın bir hain el
senin temeline zehirli suyunu kötülüğün.
İşte her yanda ikiyüzlülüğün kiri,
nereye baksan çekememezlik, nereye baksan çıkarcılık,
nereye baksan hergelelik, yalan dolan.
Demek yükselmek yalnız bunlarla oluyor.
Koynunda barınan nice yaratık arasında
kaç tanesinin alnı açık, yüzü ak?

Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak,
örtün, kart orospu, örtün, hiç uyanma!

Ey gürültüler, patırtılar, cakalar, şanlar, alaylar,
katil kuleler, kapkaranlık, zindanlı saraylar.
Sağlam mezarı anıların, ulu tapınak,
onurlu taş direkler, bağlı devler gibi,
geçmiş günleri gelecek günlere anlatmakla görevli,
ey kale duvarları, şehri dolanan, çepeçevre,
dişleri düşmüş kafatasları gibi, sırıta sırıta.
Ey kubbeler, Tanrıya yakaran yapılar,
ey minareler, sözde kalmış doğrularsınız.
Ya siz, damları çökmüş medreseler, mahkemecikler!
Selvilerin kara gölgelerinde birer yer tutmuş,
geçmişlere rahmet dileyen mezar taşları,
ey sabırlı dilenciler sürüsü!
Türbeler, bizde ne gürültülü anılar uyandırırsınız,
ama yatarsınız bir şey demeden, ey atalar, sessiz sedasız!
Tozun toprağın, çamurun savaş alanı, sokaklar!
Ey yangın yerleri, uğursuzların gecelediği,
bir olay sayıklarsınız her açılan yaradan.
Kara damlı, kendi halinde, fukara evler,
ayağa kalkmış birer yas gibi durursunuz.
Ne kadar da dokunaklı somurtuşunuz var,
leyleklere, çaylaklara yuva olmuş tasalı ocaklar,
uzun yıllar, besbelli, tütmek nedir, unutmuşsunuz!
Ey kuru ağızlar, açlıktan kazınınca mideler,
her alçak lokmayı yutmaya hazırsınız!
İşte toprağın bereketi, işte bütün yiyecek içecek.
İşte elini uzatsan her şey eline değecek,
böyleyken aç yaşa, işsiz güçsüz yaşa,
boş yere gökten, Tanrıdan dilen dur
ekmeği, aşı, kurtuluşu, rahatı,
bu ne biçim Tanrıya sığınma, ikiyüzlü, alçakça!
Sesler çıkarırsınız köpekler gibi,
oysa konuşan yaratıklarsınız, onurlu ve değerli,
sövülüyor bu nankörlüğe çığlıklarla!
Ağlarsınız boşuna, gülersiniz zehir gibi.
Küfreden gözler yoksulluğu söyler, açlığı, kederi.
Namus, masalların boşluğunda bir anı.
Adamı yukarılara çıkaran yol, el etek öpme yolu.
Yakınması senin yüzünden bütün
öksüzlerin, dulların, arkasızların,
senin yüzünden bütün, ey silahlı korku!
Nasıl dokunulmaz olacak, özgür olacak
şöyle bir soluk almayla kişi,
söyle, ey kanun denen efsane!
Ey tutulmayan sözler, sonsuz yalan!
Ey mahkemelerden her gün kovulan hak!
Ey kuşkunun pençesinde kıskıvrak, duygusuz,
ta yüreklere dek uzanan gizli kulak,
senin korkundan ağızlar sımsıkı kilitli.
Seni hor görüyorlar, halkım için dökülen alınteri!
Ey kalem ve kılıç, siyasî iki mahkûm,
ey doğruluk ve yiğitlik,
unutulmuş yüzlersiniz artık!
Ey kodamanlar ve kuyrukları onların,
pısırıklar, çekingenler, korkaklar sizi,
nasıl da alışmışsınız iki büklüm yaşamaya,
adınızın sanınızın da maşallahı var hani!
Ey yere eğilmiş kafalar, ak pak, ama tiksindirici!
Ey genç kadın ve ardından koşan delikanlı!
Ey kahırlı ana, ey dargın karı koca!
Ya sizler be çocuklar,
anasız babasız, başı boş yavrucaklar, ya sizler…

Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak,
örtün, kart orospu, örtün, hiç uyanma!

Tevfik FİKRET, 1902 
Yenileştiren: A. Kadir, Yeni Ufuklar, 8/1967



 


SİS

(Güncelleştirilmiş metin)
 
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
 
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

Tevfik Fikret, 18 Şubat 1317
Kaynak: https://www.antoloji.com/sis-9-siiri/
 

Tevfik Fikret- Sis


SİS 

(Güncelleştirilmiş metin)
 
Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman,
Bir ak karanlıktır gittikçe artan.
Baskısı altında silinmiş gibi cisimler,
Bir tozlu yoğunluktan oluşmuş tüm resimler;
Bir tozlu ve ürkünç yoğunluk ki bakışlar
Dikkatle giremez derinliğine, korkar!
Ama sana lâyık bu derin, karanlık örtü,
Lâyık bu örtünme sana, ey zulümler mülkü!
Ey zulümler alanı…evet, ey parlak sahne,

Ey faciayı bezeyen şatafatlı sahne!
Ey şatafatın, gösterişin beşiği, mezarı;
Doğunun eski, çekici kraliçesi;
Ey kanlı sevgileri tiksinip titremeden
Zevke düşkün göğsünde besleyip büyüten;
Marmara’nın mavi kucağı içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı kitle;
Ey köhne bizans, ey koca bunak büyücü,
Ey bin kocadan kalan el değmemiş dul,
Güzelliğinde henüz tazeliğin büyüsü var,
Hâlâ titrer üstüne gözleyen bakışlar.
Dışardan, uzaktan açılan gözlere süzgün,
Mavi gözlerinle ne şirin görünürsün!
Şirin, ama en kirli kadınlar gibi:
Dökülen gözyaşlarının duygusuz hepsine.
Kurulurken daha, bir hainlik eli
Yapına lânetin ağulu suyunu katmış sanki!
Hep ikiyüzlülüğün kiri dalgalanır zerrelerinde,
Bir parçacık temizlik bulamazsın içlerinde.
Hep ikiyüzlülük, kıskançlık kiri, çıkarcılık kiri;

Yalnız bu…ve yalnız bunun yükselme umudu.
Milyonlar barındırdığın cesetler arasından
Kaç alın vardır çıkacak temiz ve parlak?
Örtün, evet, ey facia… örtün, evet, ey kent;
Örtün ve sonsuzca uyu, ey dünya orospusu!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Katil kuleler, haleli, zindanlı saraylar;
Ey anıların sağlam mezarı, ulu tapınak;
Ey kibirli sütunlar, bağlanmış birer dev gibi,
Geçmişleri geleceklere iletmekle görevli;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi;
Ey kubbeler, ey şanlı dua, dilek yapıları;
Ey doğruluğun sözlerini taşıyan minareler;
Ey çatısı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin kara gölgesinde birer yer
Sağlayabilmiş binlerce sabırlı dilenci;
Geçmişlere rahmet! yazılı mezar taşları;
 
Ey türbeler, ey her biri gürültülü bir anıyı
Uyandırarak sessiz soluksuz yatan atalar;
Ey çamurla tozun savaştığı eski sokaklar;

Ey her açılan gediği bir olayı sayıklayan
Yıkıntılar, ey it kopuğun pusuya yattığı yerler,
Ey kapkara damlarıyla ayakta duran
Birer yas simgesi gibi sessiz, yıkık evler;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa yuva
Olan kaygılı ocaklar ki acılarla somurtmuş,
Yıllardan beri tütmek nedir... unutmuş,
Ey aç midelerin insanı sıkıştıran ağusuyla
Her alçaklığı yutan kurumuş ağızlar;
Ey doğanın bağışıyla en hazır ve nimetli
Bir yaradılışa kavuşmuşken aç, tembel ve kısır,
Her nimeti, her bağışı, tüm kurtuluş yollarını
Gökten dilenen, katlanıp alçalan... ikiyüzlü!
Ey köpeklerin sesi, ey konuşma onuruna kavuşmuş
İnsandaki şu nankörlüğü lânetleyen bağırış;
Ey yararsız gözyaşı, ey ağulu gülüş,
Ey güçsüzlük ve acınma sözü, hınçlı bakış;
Ey efsanelerin çukuruna düşen anı: namus;
Ey yükselme kapısına çıkan yol: ayak öpme.
Ey silahlanmış korku, kötülüğün yüzünden
Öksüz, dul ağızların yakınması talihten;
Ey kişiye dokunmayan ve özgürlüğe yakın
Bir soluk alma hakkı veren yasa efsanesi;
Ey boş vaat, ey sonu gelmeyen kuyruklu yalan,
Ey mahkemelerden durmadan sürülen hak;
Ey kuruntu ve kuşkuyla duygusunu yitiren,
Vicdanlara kadar uzanan meraklı kulak;
Ey dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar,
Ey tiksinilen, aşağılanan ulusal çabalar;
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasal mahkûm;
Ey erdem ve utancın payı, ey unutulan yüz;
Ey korku yüküyle iki büklüm gezmeye alışmış
Kodamanlarla kuyrukları, koca, ünlü toplum;
Ey önüne eğilmiş baş, alnı pak, ama iğrenç;
Ey taze kadın, ey onun ardından koşan genç;
Ey ayrılık acısı çeken ana, ey küskün eşler,
Ey kimsesiz, başıboş çocuklar... hele sizler,
Hele sizler...
Örtün, evet, ey facia... örtün, evet, ey kent;
Örtün ve sonsuzca uyu, ey dünya orospusu!..

TEVFİK FİKRET
Kaynak: https://youtu.be/oOUnqXGiUyk
 

 


BROUILLARD


Voilà tes horizons de nouveau enveloppés d'une brume épaisse.
Telles les ténèbres blanches s’intensifiant sans cesse.
Les choses semblent s'estomper sous son poids,
Tous les paysages se réduisent à une intensité poussiéreuse;
Une telle poussiéreuse et impressionnante intensité
Que, par peur, aucun regard n'oserait pénétrer!
Mais tu mérites cette couverture, profonde et obscure,
Ce voile te sied si bien, ô royaume de toutes les oppressions!
O royaume des cruautés... Arène illuminée,
O scène fastueuse qui enjolive le désastre en parade!
O toi, berceau et tombeau de la magnificence et du faste,
Eternelle et attrayante reine de cet Orient vaste:
Toi qui allaites, à tes seins débauchés,
Sans frémir de dégoût, ces amours ensanglantées!
O toi, cette masse vivante mais qui dort,
Dans l'étreinte bleue de Marmara comme mort;
O vieille Byzance, ô gigantesque sorcière sénile,
O veuve immaculée, usée de mille maris mais restée vierge;
Ta beauté garde toujours la magie de la fraîcheur,
Les regards te contemplant n'osent toujours pas te toucher.
Que tu es éblouissante avec tes yeux tout bleus,
A ceux qui te regardent de l'extérieur, de loin!
Aimable et douce, mais aussi, comme toutes ces femmes sales,
Tu es insensible aux larmes versées pour toi, et glaciale!
Comme si une main perfide, lors de ta création,
Glissa dans ton corps cette eau empoisonnée de malédiction!
Toujours cette saleté  d'hypocrisie de jalousie égoïste et d'avidité,
Seulement et uniquement cela est promu et apprécié.
Dis combien de fronts hauts et brillants peut-on montrer du doigt
Parmi les millions de cadavres que tu hébergés en toi? 

Voile-toi donc, ô calamité… Couvre-toi, oui, ô ville;
Couvre-toi et dors à jamais, ô putain du monde!..

O somptuosités, splendeurs, gloires et parades grandioses;
O tours assassines, ô palais avec leurs cachots aux portes closes;
O temple sublime, tombeau fortifié des souvenirs,
O orgueilleuses colonnes, ces géants enchaînés
Chargés de porter les passés vers les temps à venir;
O caravanes des remparts aux dents arrachées qui ricanent,
O coupoles et dômes, lieux de vœux et de prières;
O minarets qui portent la parole bénie de la droiture;
O médressés aux toits effondrés, ô misérables tribunaux;
O ces milliers de mendiants résignés et patients
Qui s'abritent à l'ombre noire des cyprès;
Et les pierres tombales qui implorent une prière aux passants;
O turbehs, ô ancêtres qui y reposent en paix
Calmes et tranquilles mais évoquant chacun un souvenir tumultueux;
O vieilles rues où se disputent la boue et la poussière;
O ruines dont chaque brèche raconte un évènement dans son sommeil;
O ces lieux d'embuscades, des canailles et crapules aux aguets;
O demeures paisibles, vieillies et déchues qui se dressent
Avec leurs toits noirs comme en signe de deuil;
O foyers qui, avec des chagrins millénaires, se renfrognent,
O cheminées éteintes devenues nids de milans et de cigognes;
Vous qui avez oublié de fumer depuis des années et des années!
O bouches desséchées qui engouffrent toutes les bassesses
Sous la pression empoisonnée des estomacs affamés;
O toi, hypocrite, qui t'inclines, qui t'abaisses
Et qui, affamé, inerte et stérile, mendies des Cieux
Tous les bienfaits et tous les chemins de libération,
Tandis que la nature t’a créé apte, disponible, capable et généreux!
O hurlements des chiens, ô le cri maudissant cette ingratitude
Chez l'homme qui se distingue et s'honore par son aptitude
A parler; ô larmes inutiles, ô rires envenimés,
O paroles d'impuissance et de souffrance, ô regard rancunier,
O Honneur, ce souvenir perdu dans le gouffre des légendes;
O chemin pour la plus haute promotion : baiser des pieds;
O peur armée, c'est à cause de tes méfaits
Que les bouches orphelines et veuves se plaignent du Sort;
O légende de la loi qui donnerait le droit de respirer
A l'homme en lui assurant sureté et liberté;
O promesses vides de sens, ô éternel et absolu mensonge;
O justice, sans cesse exilée des salles des tribunaux;
O oreilles, perdant toute sensibilité à force de soupçon maladif.
Qui espionnent jusqu'aux consciences mêmes;
O bouches cadenassées par peur d'être entendues;
O efforts nationaux si méprisés et si dédaignés;
O plume et épée, ces deux condamnés politiques;
O cette part de la vertu et de la pudeur, ce visage oublié;
O notables et leurs courtisans qui ont pris
L'habitude de marcher pliés en deux sous le poids de leur peur;
O tête courbée, front propre mais impur;
O charmante femme, ô toi, jeune homme qui la poursuit en courant;
O mère qui souffre du mal d'être séparée, ô couple désuni;
O enfants oisifs, abandonnés et seuls... Surtout vous,
Surtout vous...

Voile-toi donc, ô calamité... Couvre-toi, oui, ô ville;
Couvre-toi et dors à jamais, ô putain du monde!..

TEVFİK FİKRET, 31 Mars 1901, 
Traduit de l'ottoman par Ercan Eyüboğlu    



BROUILLARD

 
Nuit de blancheur épaisse, une fois de plus la brume
Envahit l’horizon. Sous son poids croissant  (1)
De minute en minute, le paysage s’estompe (2) [...]
Vieille reine de l’Orient, si jalousée de tous,
Dont le sein lascif (3) abrita sans frémir
Et sans dégoût aucun, de hideuses amours,
Étalée nonchalante, à moitié assoupie,
Ô Byzance (4) abjecte, ô charmeuse insensée,
Ô toi vierge encore après mille épousailles
Restée si éclatante jusqu’à ce jour et qu’on
Ne peut contempler qu’envoûté, qu’ébloui ! [...]
Une main maudite dut jadis asperger
D’une eau maudite tes fondements mêmes,
Car on ne trouve rien en toi qui soit pur,
Mensonges, avidités, envies s’y agglutinent. [...]

Ô brume, jette ton suaire (5) dessus ces crimes, toi, ville,
Vieille catin (6) glorieuse, dors d’un sommeil sans fin ! [...]
Promesses non tenues, mensonges sans fin,
Justice malmenée aux portes des tribunaux, [...]
Bouches qu’on bâillonne, parce qu’on a peur d’entendre,
Nation qui peine, qu’on hait, qu’on méprise, [...]
Glorieuse nation dont le riche et le pauvre
Ploient (7) sous un fardeau unique : la terreur,
Mères angoissées, époux se haïssant l’un l’autre,
Gosses abandonnés… Ô pour vous mon cœur saigne…

Assez… Brume, jette ton suaire dessus ces crimes, toi, ville,
Vieille catin glorieuse, dors d’un sommeil sans fin !

TEVFIK FIKRET, Anthologie de la poésie turque, 
«Istanbul sous la brume» (extraits), 1902, 
traduction de Nimet Arzik, © Éditions Gallimard, 1968.

(1) Augmentant.
(2) S’efface, disparait.
(3) Sensuel.
(4) Premier nom d’Istanbul.
(5) Drap dont on recouvre un mort.
(6) Prostituée.
(7) S’inclinent.

.

19 Mart 2021 Cuma

Orhan Veli KANIK - İSTANBUL'U DİNLİYORUM / I AM LISTENING TO ISTANBUL / J’ÉCOUTE ISTANBUL / ASCOLTO ISTANBUL / ESTOY ESCUCHANDO A ESTAMBUL

Orhan Veli KANIK (1914-1950)
 
İstanbul'u Dinliyorum
 
I Am Lıstenıng To Istanbul
 
J’écoute Istanbul
 
Ascolto Istanbul
 
Estoy Escuchando A Estambul

 


İSTANBUL'U DİNLİYORUM

 
 
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.

Orhan Veli Kanık
 

Pablo NERUDA - Halkım ben / Soy pueblo / I'm people / Je suis peuple

Pablo NERUDA (1904-1973)

  Halkım ben

  Soy pueblo

  I'm people

  Je suis peuple







Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.

Pablo  NERUDA
Çeviri : Hilmi YAVUZ
 

 


Soy pueblo, pueblo innumerable.
Tengo en mi voz la fuerza pura
para atravesar el silencio
y germinar en las tinieblas.
Muerte, martirio, sombra, hielo,
cubren de pronto la semilla.
Y parece enterrado el pueblo.
Pero el maí’z vuelve a la tierra.
Atravesaron el silencio
sus implacables manos rojas.
Desde la muerte renacemos

Pablo  NERUDA (Canto General)

 


  


I'm people, innumerable people.
I have in my voice the pure strength
to penetrate silence
and germinate in the dark.
Death, martyrdom, shadow, ice,
suddenly shroud the seed.
And the people seem to be buried.
But the corn returns to the earth.
Its implacable red hands
pierced the silence.
From death we're reborn."

Pablo Neruda
Translated by Jack Schmitt






Je suis peuple, peuple innombrable.
J’ai dans ma voix la force pure
pour traverser le silence
et germer dans les ténèbres.
Mort, martyr, ombre, glace,
Recouvrent vite la semence,
et le peuple semble enterré.
Mais le maïs retourne en terre.
Ses implacables mains rouges
transpercent le silence.
De la mort nous renaissons.

Pablo Neruda
Traduction: Alice Ahrweiler

5 Mart 2021 Cuma

Yannis RİTSOS - Εἰρήνη / Barış / La Paix / The Peace/ La Paz / Pace

Barış / Εἰρήνη / La Paix / The Peace / La Paz / Pace

Yannis RİTSOS


 BARIŞ 


 
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.

Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! -  diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.

Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.

Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.

Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.

Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.

Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.

Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

YANNİS RİTSOS
Çeviren: Ataol BEHRAMOĞLU
 

4 Mart 2021 Perşembe

William SHAKESPEARE - SONNET 66 / 66.Sone

William Shakespeare (1564-1616)


 

  SONNET 66

 

 
Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

William Shakespeare (1564- 1616)
 

Vedat TÜRKALİ - İSTANBUL

Vedat TÜRKALİ (1919-2016)

 İSTANBUL

-‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir*

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm istanbul
Binbir direkli Haliç'inde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniye'nde güneş
Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul 
Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kumlara sermiştir
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarı'nda depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masallarıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerden gayrısına yaşamak yok
 
Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen köylü sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköy'ün Cibali'nin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
Ve ahmak kadınların selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudakları yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi
baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler 
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebelerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde
 
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakaklarımın ağrısı
 
Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir arkadaş karısı
Hasta ciğerlerinin taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında 
Gebeliğin dokuzuncu ayında 
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalarınla bekle
Ve bir kuruşa yeni hayat satan
Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan 
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize lâyıksın.

Vedat TÜRKALİ, 1944 Eylül, Akşehir
* Tevfik Fikret

22 Şubat 2021 Pazartesi

Ataol BEHRAMOĞLU - YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR / I've learned some things

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR

 I've learned some things

Из своего опыта понял одну вещь

 

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR

 
 
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildigine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitaplari okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

        ATAOL BEHRAMOGLU (1977 Kusatmada)