31 Aralık 1989 Pazar

Hayata ve Kavgaya Dair (1982-1989)-Can ÇINAR

 -Ahmet için-

Al bir ata binmiş, koşuyor ürkek ürkek
Apak gözlerde parlayan yaşama sevinci
Kasada bir dünya güzeli, pay edimlik
Korumak için kara kurttan kutsal nimeti.

Gülmeyi öğret bana kolay ve sessiz
Dağlar delen dayancından ver, yoksunum.
Dileğim mutlu bir yaşam, dertsiz, tasasız
Güç de olsa başarırsın aklınla, bilirim.

Can ÇINAR, 1982,
SJ Palmares Yıllığı


YAŞAMAK ya da YAŞAMAK

Yaşamak 
aşmaktır.
Yarını
bugünden
bugünü
dünden
söküp
çıkartmaktır.

Yaşama
bir adım
attıysan,
kutsal beynine
bir hücre
kattıysan,
dost yüreklere
bir sevgi tohumu
attıysan,
bugünkü sen
dünkü sen
değilsin artık.

Bundan böyle,
ürkütmesin seni
ne ölüm,
ne de gelecek.

Korkmayasın
ömür boyu
yaşamaktan.

Can ÇINAR, Mart 1983


ÖĞRENİCİ

Ürküntülü bir akşamüstü karşılaştık
zırtapozlar yuvasında.
Selam bile vermeden geçti-
-önümden,
Görmedi, görmek istemedi, göremezdi,
hamam böcekleri kemirirken dev-
-dev
o kangrenli beynini.

Hiçbir şey etmedi ona
iks’in iks kere ettiğini.
ne içki, ne kumar, ne de-
-baldır bacak.
Kelepçeler hükümsüz artık,
bölmenin türevi yeter
elini kolunu bağlamaya.

Can ÇINAR, Nisan 1984


KUTSAL YORGUNLUK

 
Adım adım yürüyoruz
zor yollarda.
Minicik bir haber parçası
güç katan yüreklere.

Birey birey örülürken
yıkılmaz duvarlar
Bir gülücük yeter
o kahrolası umutsuzluğa.

Soluk soluğa geçiyor yaşam
ardında kalmamalı.
Tanıdık bir ıslık sesi
öpülesi bir devinim veriyor.

Buram buram ter kokusu
umutlarla bulanık.
Boşa değil bu yorgunluk
yepyeni bir yaşama doğru.

Can ÇINAR, Mayıs 1984


EMEK

  
Açtım gözümü:
kulaklarımda
senin adın.
Bir uğultu sardı gövdemi,
büyüyüp gelişen,
serpilen düşüncemde
genç bir kız gibi.

Şimdi
çok uzaklardayken
yanıbaşımdasın.
Soluğun titretiyor
önümdeki sayfaları
esen yel gibi dingin
sabırlı.

Yüreğim
karışarak yüreğine
haykırıyor coşkunca
senin ağzından:
Ekmek” diyen
Barış” diyen
Özgürlük” diyen.

Can ÇINAR, Haziran 1984


BİR GÜN…

Çiçekler solgun bu gece, neden?
Yürekler böylesine solgun,
Gökyüzü bu kadar karanlık,
Güneş ışıklarını esirgiyor bizden, neden?

Duyuyorum;
içli bir çocuk ağlaması yükselen
komşu evlerden.
Yoldan geçen 
köhne bir kamyonun egsoz homurtusu
dolduruyor kulaklarımı
…ve uzaklardan
öldüresi feryatları geliyor
aç insanların.

Bir sigara daha yakıyorum…

Ardımda Albinoni
incelikle oynatıyor kemanlarını.

Başucumda bir kitaba ilişiyor gözüm:
“Bir Gün Mutlaka”
Dudaklarım sevinçle yineliyor
her sözcüğü
üstüne basa basa:
Bir gün mutlaka!
Bir gün mutlaka!
Bir gün…

Can ÇINAR, Ağustos 1984


Beklerken…

Sen,
odanda
kaygının doruğunda
yudumlarken çayını,
sararmış parmaklarında
bir sigaranın dumanına boğulmuşken,
kulağın kapıda…
-Geldiler, geliyorlar-

Sen,
kafanda tüm geçmişinle
hesabı peşindeyken
yapıp da yapmadıklarının
yaşamdan
kendin için
hiç bir şey istememenin
rahatlığıyla,
bulutlu bir gökyüzünde
-yine de-
uçabilmenin
huzuru içindesin.

Sen,
şimdi,
her günkünden daha çok ararken,
sevginin ince sıcaklığını
dost bildiğin yüzlerde,
yaşlı bir ozanın
müzikli dizelerinde buluyorsun
-yeniden-
yaşamın gerçek anlamını:

HİÇ BİR ŞEY VERİLMEMİŞTİR İNSANA

Can ÇINAR, Mayıs 1985


BAHARLA GELEN

Bahar
doksan dokuz ton yeşil
pırpırıyla bir balıkçı
cıvıldaşan kumrular: ÇİFT

Gök mavi
deniz mavi
beniz: SARI

Dilin damağında
dudaklar kenetli
yürek sancılı
haykıramamak: ACI

Yeryüzünde inler vardır
içinde yediyüzyetmişyedi cinler
karanlık: KORKUNÇ

Elde kırık bir cam parçası
derinlerden yansıyan: IŞIK

Can ÇINAR, Nisan 1986

 


YAŞAMAK: Güzel

Denizden esen yel:
güzel.

Dalgaların arasında bir kayık
inip çıkarken,
eflatun gömlekli balıkçı
ağlarını topluyor.
Balıklar:
güzel.

Karşı masada iki sevdalı,
sarmaş dolaş;
yüzlerinden okunan,
mutluluk:
güzel.

Arkada kadifeli bir genç,
düşünceli;
okuyor, yazıyor.
Üretmek:
güzel.

Yaşamak: güzel,
Güzeli görebilmek kadar güzel.
Güzeli üretebilmek daha güzel.
Yaşamak:
güzel.

Can ÇINAR, Haziran 1986


Uzaktan haber geldi

Uzaktan haber geldi, 
beklenen bir haber.
Karla yağmurun 
birleşerek aktığı 
bir pazar sabahında;
haberiniz geldi.

Uzaktan haber geldi, 
beklenen bir haber.
Yılların örtemediği suskunluğu 
kırıp da haykırışınız geldi;
haberiniz geldi.

Uzaktan haber geldi, 
beklenen bir haber.
Dört sütuna manşet 
bir pazar gazetesinde 
dimdik ayakta duruşunuz geldi:

Direnişiniz geldi.

Can ÇINAR, Aralık 1986


Batıyorsunuz!..

 
Batıyorsunuz
Sayın Evren,
Batıyorsunuz!

Ağzınızdan çıkan
her sözcükte,
kendi bataklığınızın
balçıktan farksız
kapkara çamurları içine
her gün bir parmak daha
batıyorsunuz.

Yıllardır
sindirmeye çalışıp da
susturamadığınız,
kendinizden farksız sanıp da
farkını göremediğiniz
milyonların gözüne baka baka
batıyorsunuz!

Ayakta durabilmek için
tutunup durduğunuz
dallarınız,
birer birer koparken,
oynatıcısının
umudunu keserek
iplerini bıraktığı
tahtadan bir kuklanın
en cılız
can çekişlerine
benziyor çırpınışlarınız.
Yazık!
Batıyorsunuz!

Yedi yıldır
süren saltanatınızın
son kırıntılarıyla
avunurken,
umutsuz çırpınışlarınızı
yanıbaşınızda ki
kardeşleriniz değil,
üç yaşında ki
kardeşlerimiz de
görüyor.
Yazık!
Batıyorsunuz!

Yıllardır
kanlarına girdiğiniz,
ya da giremediğiniz
binlercemizin
kin dolu bakışlarında
göremediğiniz,
bir türlü eritemediğiniz
bir özlemin coşkusunda
batıyorsunuz
Sayın Evren.
Yazık!
Boğuluyorsunuz!

Her şeyi toz pembe
görerek,
kurulmaya çalıştığınız
koltuğunuzdan
sallanan bacaklarınız
apoletlerinizde ki
mavi beyaz yıldızları
taşıyamıyor artık.
Sayın Evren.
Yazık!
Çok yazık!
Ne yazık!
Boğuluyorsunuz!
 

Can ÇINAR, Mart 1987


ÇOCUKLAR

 




 




Çocuklar çok
çocuk
çok.

Beş kıtadan
beş sıra dizilmiş
bembeyaz inciden
gözleriyle
çocuklar.

Her çift gözde
tek yürek:
aydınlık, rahat.
Her adımda:
tek şiir:
beyaz ve diri.

Bir demet gül
her gülücükten.
Gül dost gül
çocuk ol gül
çok ol gül
çocuklar gibi gül.

Ah çocuklar!
Çok çocuklar…
Çocuklar çok
çocuk
çok.
 
 Can ÇINAR, 23 Nisan 1987


ÖĞRENİLEN

Yaşamdan aldığı 
ödüller vardır 
her insanın;
gücüyle, 
emeğiyle, 
düşüncesiyle.
Yaşamın attığı 
kazıklar vardır 
her insana;
uzun, 
sivri, 
acılı.

Yaşanan 
tüm sevinçlerle, 
çekilen 
tüm acılarla,
kucaklayabilmek için 
dünyanı ve evreni
öylesine 
doldurmalısın ki kendini;
her duyguya 
yetebilmeli 
yüreğin,
her acıyı 
yutabilmeli 
benliğin,
her sevinci 
avuçlayabilmeli 
onurun ve emeğin.

Can ÇINAR, Mayıs 1987
 

On Yıl Sonra

 


 

 

 

 

 

 

 

 

1.
Çoktunuz
çocuklar gibi.
Çılgın akan
bir nehrin
hışmında çağıldayan
çakıllar gibi.

Yılların
göznuruyla büyüttüğü
bebesini emziren
anacığın sütünden
daha beyazdı
gülüşünüz.

Köylünün
en ince hüneriyle
boyverttiği
asmanın üzümünden
daha gövermiş
özlemli gözleriniz.

Adımlarınız
her atımda sarsarken
dumankara asfaltları
çok uzakta
bir çocuğun
yüreğinde çarpıyordu.

2.
Çoktunuz.
Çocuklar kadar
çoktunuz.
Çokluğunuz
çok korkuttu
kara burunlu kurtları.

Korku
kurşun oldu
dolarlı bir tüfeğin namlusunda
ve onurla, emekle
tek bir ağızdan söylenen
bir türküyü yarıda keserek,
saplandı
çırpışıp duran
çocuğun yüreğine.

Acıyla
kıvrandı çocuk,
yürek durmadı.
Doğruldu yatağında,
türkü susmadı.
Otuz yedi yerinden
delindi şilte;
otuz yedi kere büyüterek
acıyla çırpınan çocuk yüreği.

3.
On yıl sonra,
tek yürek
yaralı bir tek yürek,
bin yüreğe bölünerek
on yıl önce kesilmiş
bir türküyü söylüyor
çekilmiş, çekilmemiş
her acıya direnerek.
 
Can ÇINAR, 1 Mayıs 1987


Sen uzaktan daha güzelsin, şimdi

İstanbul,
büyük şehir,
odağı hülyamızın
sen uzaktan daha güzelsin, şimdi.


Ne kara gözlü yiğitlerin var burada
ne de körleşmiş sevdalar
sen uzaktan daha güzelsin, şimdi.


Yatağımda içiyor gözlerim
Boğaz’ın sularını
kulaklarım motor seslerini arıyor
Köprü’de,
bir kocaman lüfer seçmek ister
ellerim,
sen uzaktan daha güzelsin, şimdi.

Tüketilmiş sevdalarım umar arıyor 
Ege’nin mavisinde,
her sigara yakışımda titriyor kibritim
senin özleminde
dudaklarım seni içiyor her yudum
çayın içinde,
sen uzaktan daha güzelsin, şimdi.


Şeytanlar görsün yüzünü,
seni İstanbul seni
sen uzaktan daha güzelsin, şimdi.
sevdamızın pis başkenti!

 Can ÇINAR, 30 Ekim 1987, Bardakçı
 


Kıstırılmış bir sıçan

Bir, iki, üç yıl boyunca
engebeli bir labirentte gezindikten sonra
kıstırılmış bir sıçan gibi,
egenin kıyısında
bir cennet hücresinde buldum kendimi.
karşımda, sınırsız mavilik
ardımda, bindir yeşil
sağım, solum: mor zakkum.

Bir kilometre sonra,
bir Bodrum lokantasında
kızıl sakallı bir delikanlı
oynaşırken uduyla
takılanlar meşk yaşıyor
darmadağınık masada.
İkizi gelmedi bu gece sakallının:
kulak zarı yem olmuş
yirmi beş metrede
dev bir orfoza.
İlaç parası
üç gecelik darbuka sefası.

Ben, oturmuşum bir bambu koltukta
Bardakçı’nın ahtapotlarını yiyor gözbebeklerim
yaşanmış, yaşanmamış, kocaman bir geçmiş
serinliyor karşımda.
Yüreğimde sızı,
bir acı küskünlük
hayata ve insanlara.
Kafamda,
pis bir burjuvanın
frengili ayak parmaklarındaki
mantarları nasıl öldürürüm, sorusu
havuz sefasında.

“Deniz suyunun filtreden
nasıl süzülüp arındığını öğrendim, bugün.
suyun nasıl taşındığını dört yüz metreye
yıldız-üçgen bir pompayla,
ve kaç beygire eşdeğer
bir motorla dolacağını
kocaman bir havuzun.”

Bugün,
Her günden daha çok farkındayım
yaşamın üç “-süzlüğünün”:
senin,
diplomanın,
ve ölüp de
dirildiğimiz uğruna
sevdamızın.

Biliyorum,
yine geleceğim,
er ya da geç
yine geleceğim.
bütün dağları aşarak,
bir elimde elin
kırmızı kurdeleli diplomam bir elimde
yine geleceğim.

O gün,
Bardakçı’nın beyaz evlerinde
yağ tulumu paşalar değil
mavi tulumlu insanlar yatacak.
O havuzda,
beyinlere çivi çakanlar değil,
dünyayı süsleyenler yüzecek
biliyorum,
görüyorum,
dahası:
yaşıyorum.

 Can ÇINAR, 30 Kasım 1987, Bardakçı


Ben Onları Affettim mi?..

Bir gece,
her gece gibi bir gece
beni affettiler.
Bir bodrum gecesinde
masamın başında
düşünüp dururken
karanlık bir geleceği
yirmi dört yaşında
gecenin bir yarısında
beni affettiler.

Gecelerden bir gece
her geceki gibi bir gece
kurutulmuş bir yürek
mutluluk ararken
satırlar arasında
bin kilometre uzakta
benden farksız üç beş beyin
beni affetti.

Bir yıl sonra
yarım kaçak bir yıl sonra
hınçla dolmuş bir yıl sonra
beyaz bir camın ardında
beni affettiler.

Onlar beni affettiler,
dediler “gel al diplomanı
tak etiketi boynuna
önemli bir iş yapmış gibi, 
sanki bir işmiş gibi
onlar beni affettiler.

Bir Bodrum lokantasında
bir duble rakıyı yudumlar gibi,
bir yılı affettiler.
Nasıl ki bir kadın
neşe saçarken beş erkeğe
timsah kahkahalarıyla,
ya da bir cellat boğazını
sıkarken bir mahkumun
kadife urganıyla,
yokluğun altın sandığında
onlar beni affettiler.

Ama hiç kimse sormadı bana
“sen onları affettin mi?”

 Can ÇINAR, 20 Ocak 1988, Bardakçı


Hiç Bir Acı Boşuna Çekilmedi

 -Barışa gönlünü, 
demokrasiye yaşamını 
verebilmiş yiğitlere-

Kaygılar yayıldı geçen yıllara, boşa değildi;
Yürekler tasalarla küllendi, senin içindi.
Sevdayı unuttuk dağ başlarında, boşa değildi;
Dört yanımıza örülmüş duvarlar, senin içindi.

Kuytuluklarda kurulmuş pusular
boş yere dize gelmedi önümüzde;
Ölenler pisi pisine ölmedi
karanlık köşe başlarında.

Tezgahın başında, bir sıranın ucunda
kırık sandalyelerde çırpışıp duran
biricik yüreğimizdi, 
her acıyla çağlayan.

Her kaldırışımızda başımızı kavgadan
yıllar yılı törpülenmeyen
sevda türkülerimizdi yayılan, 
düşmana inat.

Hiçbir acı boşa değildi!

Ne bahar lâklâklarıydı sesini müjdeleyecek
ne de beyaz atlı prensler, biliyorduk.

Çelikten bileğimiz, yağ kokan elimizdi
seni çağıran, 
her yandan.
Karanlık mahzenlerde
dinamo tıkırtılarına karışan 
sesimizdi,
yosun tutmuş duvarların 
nemine bulaşan 
terimizdi.

Hepsi senin içindi,
tek senin içindi.


Deniz ve toprak bir oldu,
senin içindi,
Sevgi güne dar geldi,
senin içindi,
Bilenler öğretmen oldu,
senin içindi,
Bilmeyen nefer oldu,
senin içindi,
Hep senin içindi,
tek senin içindi.

Korkmadan sesini haykırmak içindi.

Can ÇINAR, Şubat 1988, İstanbul

Denizin Kıyısındaki Adam

Denizin kıyısındaki adam
-tedirgin ve düşünceli-
bekliyordu geminin gelmeyişini.

Güneş, altın namlularıyla
topa tutmuştu yeryüzünü.
Karanlık çökecekti az sonra
şehrin üzerine ve sokaklar
kör bir dilencinin gözlerinde ki
puslu pırıltılarla aydınlanıyordu.

Denizin kıyısında ki adam
-adından daha iyi-
biliyordu beklediği geminin geleceğini.
Dalgaların çırpınışlarında
dipsiz bir kuyuya bakar gibi bir çift göz
bakıyordu güneşin battığı yere.
Gelmiyordu… Gene de bekliyordu
denizin kıyısında, koca geminin gelemeyişini.

Her şey griydi o anda.
Siyahlar,
sıyırmış peçelerini omuzlarından
kanlı, beyaz etleri görünüyordu.
Beyazlar,
gelinliklerini giymeye durmuştu
güneşten kararmış tenlerin üzerine.
Ve yeşil, ve mavi, ve sarı
müzede mumyalanmış bekliyordu.
Denizin kıyısında ki adam
-kan ter içinde-
bekliyordu geminin gelmeyişini.
İnatla, sabırla ve tükenmez direnciyle bekliyordu
ve biliyordu gelemeyen geminin neden gelemeyişini.

Üç motoru vardı geminin:
Biri hep sağa, biri hep sola,
üçüncüsü ortada,
bir sağa, bir sola
dönüp duruyordu durmadan.
Gemi gidemiyordu,
kaptanlar miçolara,
miçolar tayfalara,
tayfalar kamarota,
kamarot kaptana
soruyordu denizin kıyısını.

Denizin kıyısında ki adam
-gözleri kan çanağı, avurtları çökmüş-
bekliyordu geminin gelmeyişini.
Dalgaların görkemli köpükleri
şehvetle yalıyordu
kıyıdaki adamın ayak bileklerini.
Denizin içinde köpek balıkları
kan kusarken bitkinlikten,
ısırılmışlıklarını ısırıyorlar
birbirlerinin etlerinde.
Ve balıklar,
milyonlarcası elele
zafer şarkıları söylüyorlar
dört bir yanında geminin.

Denizin kıyısında ki adam
-sabırsız, kıpır kıpır-
elinde ki karanfillerin muştusunu koklarken
bekliyordu üç motorun gücünü.

Ve üç koca motor acımadan
vurduğunda pervanenin çarkına,
ve miçolar güverteyi temizleyip,
tayfalar tek solukta koştuklarında,
kaptan dümeni savuracak denizin kıyısına
ve köpekbalıklarının umarsız bakışlarında
haykırırken utkularını milyonlar
denizin kıyısında ki adam
bırakacaktı karanfillerini
dalgaların coşkusuna.

Biliyordu,
denizin kıyısında ki adam
ve bekliyordu,
inancını umuduyla sarmalamış
sabırla bekliyordu
gelecek olan geminin
bir türlü gelemeyişini.

 Can ÇINAR, 1989
 

 

 











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder